Gül-bülbül, Semâ-Sevgili…
bunların hepsi bahane:
Asıl maksat olan O’dur”
(Mevlâna)
İnsanoğlu XX. yüzyılın başından itibaren teknoloji ile müthiş bir ilişkiye girmiş. Ancak “insan”a hizmet için başlayan bu beraberlik, zaman gelmiş tek taraflı çıkar ilişkisine dönüşmüş. İnsan kendi emrinde olsun diye geliştirdiği teknolojiye bir müddet sonra esir düşmüş. “İnsanoğlu” cephesinde yer alması gereken bazı insanlar (!), maddî, dinî ve ırkî çıkar peşinde “teknoloji” safına katılmış; Köroğlu’nun “tüfek icâd oldu mertlik bozuldu” dizesini daha da ileri götürerek toplu katliam silahları üretmişler.
Dünyada adım atmadık yer bırakmayan insan, gözünü uzaya dikmiş. Ay’ı komşu kapısı haline getirmiş, Mars’ı ve diğer gezegenleri keşfetme yolunda milyarlarca dolar harcamış. Maddenin en küçük birimi atomu “silah” haline getirmiş, binlerce insana karşı tehdit unsuru yapmış. Kimyayla uğraşmış, en yaygın hastalık nezle ve gribin bile tam olarak tedavisini bulamazken ürettiği kimyasal silahlarla binlerce insanın acı içerisinde ölmesine veya sakat kalmasına mesai harcamış.
“Delinin elinden silahı al da barış senden razı olsun” (Mevlâna)
Kendi bulunduğu ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini diğer insanlara hâkimiyet kurmak için hoyratça harcayan insanoğlu, gözünü diğer ülke topraklarına dikmiş “barış” ve “demokrasi” aldatmacasıyla katliamlar yapmış.
İşte insanoğlu! Dünyanın dört bir tarafında açlıktan milyonlarca “kardeşi” ölürken aklını, mesaisini kendi dünyalık imkânlarını artırmak için sarfetmiş; ancak “oyundan ve oyuncaktan” ibaret olan bu dünyanın geçici olduğunu ve bir gün gelip bunların hesabını Yüce Yaradan’ın huzurunda vereceğini unutmuş. Ekonomik krizlerde bütçesini hep kısarken silahlanmaya ayırdığı payı artırmaktan geri durmamış.
“Nerede memleketler alanlar, dünyayı ele geçirenler? Nerede binlerce insanın kanlarını döken zalimler?” (Mevlâna)
İnsanoğlu nereye gidiyor…
Yukarıda çizilen tablonun muhatabı ülke veya ülkeler hepimizin malumu. O ülke insanlarının büyük bir bölümü bu adaletsizliğin farkında, yapacak bir şeyleri olmadığı için de bazıları kendilerini “sufizm”e vermiş. Kimi Budizm’e, kimi Hinduizm’e, kimi Kabalizm’e, kimi Mevlevilik’e; kimileri de temeli ilahi dinlere dayanmayan irili ufaklı öğreti sistemlerine yönelmiş.
Hangi sistem olursa olsun, birçoğu âdeta yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, araç olarak görülmesi gereken bu yolları “amaç” haline getirmişler. Bazı insanların silahla yaptığını onlar kirlenmiş, asla dayanmayan ve “vahdet”ten uzak bilgi ve inançlarla yapmışlar. Kendi mizaçlarına göre bir Guru’nun, bir Brahman’ın, bir Şeyh’in teslimiyetine girmişler Vahdeti (Birlik) unutup, Kesret’e (Çokluk) kapılmışlar.
“Zehirli yılan bile kötü arkadaştan daha iyidir. Çünkü o, sadece bu ömrünü alır; kötü arkadaş ise her iki dünyanı da karartır.” (Mevlâna)
Gelin, gelin; ama…
Şüphesiz bu sistemler içinde en şanslıları Mevlevilik’e yönelenler; ama bazıları. Bu guruptaki insanlar çoğunlukla Semâ ile kendi manevî duygularının kıpırdandığına şahit olmuş, sonraları ise Hz. Mevlâna’yı okumaya başlamış. Bu gruptan bazıları Hz. İsa’sını, Hz. Musa’sını buldukları Mevlâna’yı “dinler üstü” gibi bir makama oturtup, kendi dinleri çerçevesinde “Mevlevî” olmuş; ibadetleri de erkekli kadınlı yaptıkları Semâ.
“…Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir…” (Fatır/8)
Hz. Mevlâna’da takılıp kalmadan Mevlâna’dan Mevlâ’ya ulaşan ve sayıları da az olmayan bir gurup var ki, “Allah dilediğini hidayete erdirir” sırrına nâil olmuşlar vede oluyorlar. Bu aşamadan sonra ise kendi bulundukları ülkelerde Mevlevîhâneler açıp, kendilerini Sevgili’ye yaklaştıran Mevlâna’ları vasıtasıyla gönül açlıklarını gidermeye çalışmışlar ve Mevlâna’nın;
“Bütün insanlar birdir ve hepsi ‘Bir’den gelmiştir”,
“Ey insanlar, ey insanlar! Hepiniz aynı ağacın dalları, aynı kervanın yolcularısınız”,
“ İnsanların savaşı çocukların kavgasına benzer, hepsi de boş ve anlamsızdır”
gibi beyitleriyle insanları baş gözlerleriyle değil de gönül gözleriyle görmeye çalışmışlar.
Müzeye değil Yol’a gelin...
Milyonlarca insan gelir Mevlâna Müzesi’ne. Evet “Müze”ye gelirler bu insanlar. Ayaklarına geçirilen poşetlerle “Huzur”a varırlar. Herkes kendi dilinden içinden geçenleri, duygularını, hislerini “hâmûş” (suskun) bir şekilde haykırırlar. Kimileri sanduka görür, kimileri sandukadaki canı, kimileri de o candaki “Canân”ı. Kimileri “ben de gittim” demek için gelir buraya, kimileri turistik bir gezi çerçevesinde uğrar. Bazıları da “kendini” bulmak için bilinçlice gelir buraya. Gelir ama, “Müze” gezisi haricinde başka bir imkân sunulmaz kendilerine. Eğer hafta sonu ise “Semâ” seyreder, çıkışında yine yapayalnızdır; bulamazlar sorularının cevabı için bir muhatap. Kazandığı ise anlamını tam fark edemediği bir gönül hoşluğu, bir tadımlık mânâ lokmasıdır. Bu hoşluğun gerçek anlamını ve mükellef düzülmüş mânâ sofrasına ulaşamaz. Rehber eşliğinde gelmişse ondan aldığı çoğu küflenmiş ve gerçek undan yapılmamış ekmek kırıntılarıyla doymaya çalışır. Ama bu doyurmaz onu, hele bazen içi bile bulanır. Döner ülkesine; kendi dilinde yazılmış ve çoğu aslından uzak olan sözde Mevlâna kitaplarındaki “ithal mânâ” ile doymaya çalışır…
Hz. Mevlâna ise işte burada feryat etmeye başlar:
“Yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim ben
Hz. Muhammed (sav)’in yolunda küçücük bir hizmetçiyim ben
Kim benim bu sözümden başka bir şey naklederse;
Ondan da o sözden de şikâyetçiyim ben”
Devam eder Mevlâna’nın feryadı:
“Başımı koyduğum her yerde secde edilen O’dur
Dört köşe ve altı bucakta tapılan O’dur
Gül-bülbül, Semâ-Sevgili bunların hepsi bahane
Asıl maksat olan O’dur”
…ve Türbesine, mezarına değil, Yüce Allah’ın makâmına, “birlik mekânı”na davet eder insanı:
“Bizim denizimize dalmayacaksan gelme
Elbiselerinden soyunup,
Irmağımızda yıkanmayacaksan gelme!..”
Onlarca Cumhurbaşkanı, Başbakan, devlet adamı, tanınmış sima da gelir Mevlâna Müzesi’ne. Evet gelirler, ama ne alır giderler. Hz. Mevlâna onlara ne verir veya onlar ondan ne alırlar. Dönüşte yine aynı kavgalar, aynı didişmeler, aynı savaşlar, aynı hukuksuzluklar. Demek ki onlar Hz. Mevlâna’nın davet ettiği yola değil “Mevlâna Müzesi”ne gelmişler…
Hâmiş:
Her yıl Mevlâna Müzesi’ne yaklaşık 3 milyonu aşkın ziyaretçi gelmekte…
II. Dünya Savaşı’ndan günümüze dünyada sadece ve sadece 24 gün savaşsız geçmiş…